Cumhuriyet, 101. yaşını konserler, nutuklar ve fener alaylarıyla kutlasa da hala etrafında bitmeyen ve bitmeyecek olan tartışmaları da yaşamaya devam ediyor. Peki Cumhuriyet daha ilan edildiği yıldan başlamak üzere neden hep tartışıldı ve tartışılıyor?

Bu soru Cumhuriyetin ilk elitlerinden olan ve sonrasında Halk Fırkasına muhalif olarak ortaya çıkan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasındaki siyasilerce Cumhuriyetin ilanı sürecinde kendilerinden muvaffakiyet ve görüş alınmaması şeklinde cevaplanmıştı. İslamcılar 1928 Anayasa değişikliği ile İslam Cumhuriyeti’nin tarihe karışmasından duydukları rahatsızlıkla, bazı komünistler ise Mustafa Suphi ve 14’lerin kanı üzerinde kurulan Cumhuriyette kendilerine pay verilmemesi şeklinde cevaplamıştır. Turanist cenah Cumhuriyetin ulusalcı yorumunun revizyonist Pan Turanist siyasete uygun olmamasından dolayı tartıştıklarını hep dile getirmişlerdi. Kendilerini ikinci Cumhuriyetçi diye tanımlayan taife ise cumhuriyet tartışmasını sosyolojik bir boyuta evirerek asker-sivil ilişkileri çerçevesinde Şerif Mardin’in de etkisiyle olsa gerek merkez- çevre yani seçkinler- sıradan yurttaşlar bağlamında atanmışlar-seçilmişler kavgası şeklinde tartışmayı başka bir alana taşıdılar.

Aslında bu tartışmaların önemli bir kısmı Atatürk’ün temsil ettiği “Türk modernleşmesi” etrafında şekillendiğini söylesek sanırım pek de yanlış olmaz. Nev ar ki bu tartışmalar hiçbir zaman halka inmedi zaten inmesine de gerek yoktu. Çünkü halkın önceliği hiçbir zaman Cumhuriyetin nitelikleri veya tanımı ya da ulaşmak istediği hedefler olmadı. Dolayısıyla da Cumhuriyetin halkın nazarındaki yegâne anlamı, ülkeyi bir hanedanın yönetmemesi oldu. Retorikte usta olan, efelenmeyi bilen ya da dindar veya çobanlıktan mühendisliğe hikayesini yazabilen herkes onun için uygun bir idareci olabilirdi. Ne de olsa günün sonunda herkes işten eve gelecek ve sofrasındaki nimetin bolluğuna ya da tencerenin boş olmasına bakacaktı. İş, aş ve bolluk olduktan sonra kimin hangi görüşle, hangi anayasal ilkelerle yönettiğinin bir anlamı da olamazdı. Dolayısıyla bıktıran anayasanın ilk üç maddesi ve onu koruyan dördüncü madde tartışmalarının çek, senet ödemelerine boğulan küçük esnafı, kira derdinde veya çocuğunu okutma sıkıntısındaki orta alt gelir grubundakileri ya da kasaptan et almakta zorlanan emekli, asgari ücretliyi ilgilendirdiğini söylemek zor. Peki böyle bir cumhurun yani halkın yönetimi olabilir mi?  Elbette ki olamaz. O yüzen iktidarlarını hep var etmeye çalışan siyasetin, bürokrasinin köşe başlarını tutanlar halkı ne kadar geçim savaşının içine çekerlerse o kadar cumhursuz bir cumhuriyetin sahipleri olacaklarını bilmekteydiler.

101. yılına giren Cumhuriyet yönetimi ifade özgürlüğünün sınırları, etnik ve kültürel hakların içeriği, din, vicdan, kanaat hürriyeti, yeniden gündeme gelen açılım meselesi, cemaat, tarikat, STK meseleleri konularında ne yazık ki felsefi bir perspektif yakalayamadı. Bundan dolayı Cumhuriyet kutlamalarında başarısızlığı arşı alaya çıkmış yöneticiler el birliği ile hala Atatürk’ün nevi şahsını başarısızlıklarını ört bas etmede rahatlıkla kullanıyorlar. Özellikle vatandaşla doğrudan muhatap olan belediyelerin tamamı başarısızlıktaki paylarını sorgulamadan cumhuriyet kutlamalarını “sarı saçlı mavi gözlüm” şarkıları etrafında ya da Haluk Levent’in sesiyle özdeşleşen “İzmir Marşı” ile geçiştirmeye devam edebiliyorlar. Devlet protokolünün katıldığı törenler ise hala fi tarihinden kalan şiirler, birbirinin tekrarı olan konuşmalar, çocuk veya gençlerin bayrak dalgalandırmalarıyla tamamlanabiliyor. Yani onlarda da vatandaşın karşısına geçip ya da TBMM görüşmelerinde birbirlerine karşı “biz de şura da hata yaptık” diyemiyorlar.

Dışardan bakarsan Cumhuriyet yöneticileri tüm sorunları çözdü. Ama çözemedi sadece çözüldüğü ya da hiçbir şeyle ilgilenmeyen halkın bir bölümüne “sorun yok, her şey yolunda” mesajını vermeye çalıştı. Peki bunu Cumhuriyet rejimi mi öngördü? Tabi ki hayır. Bu madrabazlığı yapanlar hep ucuz yalan ve vaatlerle halkı oyalayan, kandıran politikacılar, ehliyete ve liyakate bakılmadan ataması yapılan bürokratlar, kraldan çok kralcı olan eşraf ve yerel siyasetçi hatta devlet tarafından burjuva atanan sermaye sahipleriydi. Bu sefil güruh bizleri aldatırken bunu uydurma bir başarı öyküsüyle süsleyerek, jönlere taş çıkaran hareketlerle kendi hayat hikayelerine gizledikleri süslü palavralarla gözümüze sokmayı da ihmal etmediler.

Gezgin Adam Dergisi Editörü Ömer Kaçmaz

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz